Hurufilik

 Huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve

böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır.

Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir.

Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.
Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı

 hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır.

Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında Horasan'ın Esterabad şehrinde doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. 1398 Yılından başlayarak

Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin yeni peygamber olduğunu, Tanrı ve evrenin son hakikatinin kendisine indirildigini ileri sürmüştür. Fezullah'a göre Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle Fazlullah son peygamber olduğunu ve ayrıca kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğunu idda eder . Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” ve “İskendername” adında farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.

 

Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir. 16. yüzyılda Taşköprülüzade tarafından yazılan en önemli biyografi ansiklopedisi  “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserde Fezullah'ın en önemli halifelerinden biri olan, 15. yüzyılda Fezullah'ın ögretilerini yaymakta girişken bir etki gösteren Ali ul-Ala "hiç önemi olmayan lanetlenmişler" denilen misyonerler arasındadır. Şakaik'e göre , bu adları bile anılmaya değmeyecek olan "lanetlenmişler" kendilerini o kadar kurnazca padişaha telkin ettiler ki II. Murat'ın oğlu II. Mehmet ( Fatih Sultan Mehmet) Hurufi mezhebi ve onun ögretilerine bağlı bir mürit haline geldi. Tahsiil ulema heman harakete geçti. Sultanın en yakın çevresinden Veziriazam Mahmut paşa, kendisi karışmaya çekinerek, durumu Molla Fahreddin-i Acemi'ye bildirdi ve sultanı korumak üzere ne yapılabilecegini

ona danıştı. Fahreddin efendinin gizlice saraya girip anlatılan ögretileri gizlice dinlemesi üzerinde anlaştılar. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Fahreddin fikirlerinden dolayı ,onlara beddua etti, korunmak için Sultan'ın yanına kaçmalarına rağmen bu tahsilli yargıç onları kafirce sapkınlıkla öylesine suçladı ki hükümdar onları savunmadı. Sonra fahreddin efendi onları Edirne'de Yeni Camii önüne götürdü, ögretilerini kamu önünde mahkum etti ve onların katlinin vacip olduğunu ilan etti. Okadar şevk içindeydi ki, sapkınları yakmak üzere hazırlanan ateşe üflerken sakalı ateş aldı.
Hurufilerin saraya kadar girmeleri ve genç Faih'i etki altına almaları ne derece etkin bir propaganda yürüttüklerini açıklar. Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir. Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, bilinmektedir.
İshak Efendi 1873 de yazılmış “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali ul-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüzyılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu ifade için hiçbir tarihsel destek görünmemektedir. Hurufilik ve Baktaşilik, birbirinden ayrı bir ögretim sistemi oluşturmuşlardır.
Bektaşiligin, Hurufilikten etkilendigini savunan düşünce, Bektaşilikte de harfler ve sayıların ilişkilendirilmesi, ebced alfabesinin kullanılması ve bu gibi benzer nedenlerden dolayı ortaya çıkmıştır. Osmanlı tapraklarında süren Hurufilik kovuşturma ve cezalandırmaları esnasında Hurufiler Bektaşi hoşgörüsü altına sığınmışlar ancak hiçbir şekilde inanç sistemini etkileyememişlerdir. İleride inanç sisteminde bahsedilecegi üzere Bektaşiligin yürüttügün inanç sisteminin 13. yüzyıldan seneler önce yaşandığı, bu tarihten sonra ise kurumsal bir yapı haline dönüştügü bir gerçektir. Böylece 15. yüzyıl başlarında ortaya çıkan Hurufiligin Bektaşiligi etkiledigi degil, Bektaşilikten alıntı düşünceler ile ortaya çıktığı görülmektedir.
 

 

Bektaşilik Tarihi

Selçuklu sultanı zayıfladıktan sonra

 

 

 

 

 

 

 

 

 Selçuk sultanının tamamen güçten düşmesinin doğal bir sonucu olarak , Türk emirleri nihayet Anadolu'nun çeşitli yerlerinde bağımsız devletler kurdular. Alaeddin Keykubat zamanındaki birleşik devletin yerine 1300'e doğru bir düzineden fazla beylik ortaya çıkmıştı.

Türk hükümdarları , Bizans hükümdarlarıyla bazen yakın işbirliginde bulunmuşlar ve rakip Türk hanedanları, Moğollar ve haçlılarla kesintisiz savaşlardan sonra , Selçuk devleti herbiri kendi bölgesini genişletmeye çalışan bir düzineden fazla beylige bölünmüştü. Bu beyliklerin sayısı ve coğrafi dağılımı , 1300'e doğru küçük Asyanın oldukça Türkleşmiş olduğunu gösterir.


Kaygusuz Abdal


Alâiye Beyi Hüsameddin Mahmud’un oğlu Kaygusuz Abdal‘ın asıl adı Alaaddin Gaybi’dir.

 

İyi bir öğ­renim görmüş, genç yaşta Abdal Musa’ya derviş olarak Kaygusuz adını almıştır.

 

Derebeyi oğulluğundan istifa ederek, dervişlik hırkasını giyen

Gaybi'nin hakikatin peşinde olduğu ve bunu da Mürşidinde bulduğunu anlatan Bektaşi Menkıbesine göre ;

 

“Teke (Antalya) ilinin Alaiye (Alanya) sancak beyinin oğlu Gaybi Bey, 18 yaşındayken arkadaşları ile ava çıkar. Avlanırken tepe üzerinde bir ahu(ceylan) görür beyzade. O esnada ahu onun önüne çıkagelir. Gaybi Bey onu görünce hemen bir ok çıkarıp, ahuya fırlatır. Kirişten çıkan ok ahunun sol koltuğunun altına saplanır fakat ahu yıkılmaz, sıçrayıp kaçar. Gaybi bey de ardına düşer.


Pir-i Sani

Pir Balım Sultan


1500  yılı civarlarında içinde posta oturmuştur. Yol içinde yaptığı hizmetlerden dolayı Pir sani (ikinci pir) adıyla adılır. ( Bektaşiler içinde zaman zaman üçüncü pir (pir-i salis) adıyla ortaya çıkan, şahıslar olduysada bunun gerçekle bir alakası yoktur).

 

Tarikatın kurumsal bir yapıya kavuşması Balım Sultan zamanında olmuştur. Bektaşiligin temel taşı olan erkanname Balım Sultan tarafından şekillendirilmiştir. Çeşitli kaidelerin konulması, ve yine mücerred makamının kurulması ve bu makama girilirken kulağa takılan Mengüş adındaki küpenin kullanımı da Balım Sultan zamanında olmuştur.

 

 

 


Yakın Tarihimizden
bir Bektaşi:
Namık Kemal

Namık Kemal, Magosa’da sürgün olarak bulunduğu dönemde

Lefkoşe’de bulunan halk arasında “Kara Donlu Can Baba” tekkesi adı ile anılan tekkede Bektaşi tarikatına intisab etmiştir.

 

Türkiye'de, ülkenin sosyal ve kültürel gelişmesinde bir rol oynamış yazarlar arasında, Namık Kemal, en önemli kişi olarak görülmüştür; ona modern Türk edebiyatının babası diye bakılır.


Site en iyi Firefox tarayıcı ile görüntülenebilmektedir.

site © 2006-2011 Bektasi.net - Bektasi.info ©- Her Hakkı Saklıdır - Bu sitede yazılanlar bilgi amaçlıdır.

Bu Sitenin ve yazarının Bektaşilik ile organik bir bağı bulunmamaktadır.

Sitede hazırlanması esnasında var ise gözden kaçan eksik, yanlış bilgiler ve hatalar Bektaşilige mal edilmemelidir.

Aldığımız Feyz ile Tarikat-ı Bektaşi'ye hakkında bilgi veren İnternet Sitesini Derlemek Cürretinde Bulunduk.

Eksiklerimizin Tamamlanmasını Hatalarımızın Af 'fını Hak Erenlerden Niyaz Ederiz.